17 Mart 2023 Cuma

Bana Tartını Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim

                            “Vay haline ölçü ve tartıyı tam yapamayanların.”(Mutaffifin 1, Kur'an)

Bu ayeti hep maddi eksiklik yapan kişilere özgülüyoruz. Aklımızda canlanan ilk resim mal kaçıran, usulsüzlük yapan, rüşvet alan, işçinin maaşını eksik veren işverenler vs oluyor. Bu resim uzayıp gider de niçin bu resme baktığımızda aklımıza, manevi anlamda ölçüyü ayarlayamayan ve bu yüzden haksızlığa uğrayan insanlar gelmiyor? Ayete bir de bu açıdan bakalım.

Mesela tartımızın ayarını en çok bozan şeylerden biri önyargılarımızdır. Hatta bu yüzdendir ki Allah, hakikate kulak verirken bizi ele geçiren önyargılarımızı, ön kabullendiğimiz kavramları, duygularımızı susturarak Kur'an'a kulak vermemizi öğütlüyor. Bunu yapabildiğimiz ölçüde kendimize merhamet etmiş oluyoruz:

“Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, size rahmet edilsin.”

Araf 204

Tabii gelenek, kültür, ebeveyn etkisi, toplum da olayları değerlendirirken devreye girip zihnimizin terazisini, dolayısıyla adaletini bozup düşüncelerimizi perdeliyor. Hepimizin koşulları farklı diyoruz ya hani peki hangimiz birbirimizi “gerçekten” bu koşullar penceresinden değerlendirebiliyor? Dıştan bakıldığında birçok eksikliğimiz olsa da aslında göründüğü gibi olmayabiliriz. Galiba bunu en iyi göründüğü gibi ol(a)mayanlar bilir.

Göründüğü gibi ol(a)mayan kişiler için bu kimlikte olmak bir zamanlar kaçınılmaz olabilir ve bizden daha mücadeleci olabilirler ya da tamamen zan ile karşımızdakini değerlendiriyor olabiliriz. Alim ve Habir olan göğüslerin en içini en iyi bilen değil midir? Şimdi bir örnekle kendimizi sınayalım;

Düşünelim: Evlilik birliği olmadan hamile kalan bir kadın var. Toplum bu kadına nasıl bakar? Bilip bilmeden yargılayıp o kadının ahlaksız olduğunu söylerler, dışlarlar. Peki Meryem’e de aynısını yapmamışlar mıydı? Fakat iş zannettikleri gibi değildi. Meryem üstün ahlaka sahip biriydi. Toplum bırakın üstün ahlaklı görmeyi kadının ahlaklı olduğunu bile düşünmezken Allah, Meryem örneğiyle insanları dıştan yargılamamak gerektiğini en uç örnekle anlatıyor bize. Şimdiki müslümanlara sorsanız Meryem’e yapılan yaftalamaları, zulümleri kınarlar fakat aynı şeyi aslında kendileri yapıyor.

İşte bu yüzden insanın hayata bakarken birçok gözlüğü olmalıdır. Bazen dışlanan kadının gözlüğünden bazen bir çocuğun bazen bir suçlunun gözünden dünyaya bakmalıdır. Çünkü ancak bunu yapabildiğimizde halden anlayabilir ve halden hale çözümler üretebiliriz. Biz, gözlüklerimizi değiştirmedikçe ne vicdan terazimizin dengesini ne de toplumsal adaletin düzelmesini bekleyebiliriz. 

Ölçüyü ve tartıyı tam yapanlardan, ıslah edici ve adaleti diri tutanlardan olmak istiyorsak eğer doğaya uygun olmayan her türlü geleneksel, toplumsal dayatmalara başkaldırıp benliğimize, özümüze dönelim. Tevhid zeminimizi atarak samimiyetle yola koyulalım ve Allah'ın sürprizlerle dolu cevaplarını bekleyelim.

Unutmayalım: Görünen değil, “var olan” önemli. İnsanlar değil, Allah’ın ne dediği önemli.


"Koca profesör karısını dayaktan öldürüyor. Tinerci enkazdan çocuk kurtarıyor. Dilenci topladığı parayla sokak hayvanlarını besliyor. Din adamı sapık çıkıyor. Hayat kadını böbreğini bağışlıyor. İnsanları statüleriyle aşağılamak veya yüceltmek yerine kalplerine bakmayı deneyin."

Şahsiyet

Mühim olanın terazideki tartılar olduğunu anladığımızda merhametimizin arttığını ve gerçeğe bakarken daha objektif olabildiğimizi kısaca olaylara temiz akıl sahibi olarak baktığımızı görebileceğiz.

“Kimin tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır.”

Araf 8

Ayette dikkate değer bir nokta var: tartı tekil olarak değil çoğul olarak kullanıyor. Yani bir kişi, bir tartı değil. Bir kişi, birçok tartı... Bu tartıları standartlar olarak düşünebiliriz. Herkesin standartları farklıdır. Ebeveynleri, mizacı, bulunduğu coğrafya, genetiği, çevresi... Adil olan Allah, tek bir tartı yerine herkese koşullarına göre tartılar öngörüyor. Biri için öfkesini kontrol etmek daha kolayken başkası için bu daha zor olabilir. İşte Allah bu konudaki kapasitemize göre bizleri muamele edeceğini söylüyor:



''De ki: Herkes, kendi varlık yapısına uygun iş görür. Yolca daha doğru gidenin kim olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.''

İsra 84

Allah ki bizleri o tartılara göre değerlendirirken bize ne oluyor ki insanları tek bir kalıpla değerlendirip ölçüyü kaçırıp karşımızdakine zulmediyoruz. Mesela bir olayda, öfkesini kontrol etmekte güçlük yaşayan biri, karşısındaki dövmek istemesine rağmen sadece bağırıp çağırmıştır. O kişi, diğer herkesin standardına göre öfkesini kontrol edemeyen biri olarak görülürken, Allah katında ise o olaya göre kendisini kontrol eden biri olarak görülebilir. Kapasitemizi, çabamızı en iyi bilen O’dur. 

Kimin sakındığını en iyi bilen O'dur.

Necm 32

İnsanlarla sağlıklı bir ilişki kurmamızı sekteye uğratan çok kritik bir mesele: Herkesten kendimiz gibi veya aynı ölçüde davranmasını bekleyemeyiz. Bizde iyi olan bir özellik başkasında olmayabilir, başkasında da bizde olmayan iyi bir özellik vardır. Herkesin kabiliyeti farklıdır. Bu yüzden birbirimizden yapamayacağımız şeyleri beklemek de haksızlık ve zulümdür.

İnsanlara dair değerlendirmelerde bulunurken adil olabilmek ve insan ilişkilerinde sağlıklı iletişim kurabilmek için tek bir tartıyla değil, kişinin koşullarına uygun “tartılarla” onlara yaklaşmalıyız. 


26 Şubat 2023 Pazar

İfade Özgürlüğü Kapsamı Neden Geniş Olmalı?-Meal Yasakları Üzerine

“Söylediğinize katılmıyorum ama onu özgürce söyleyebilmeniz için savaşırım.”

Voltaire

Orta Çağ'ın, yaz mevsimini yaşadığımız Şubat ayının pazar sabahından yazıyorum. Günaydın Türkiye. Biliyorsunuz, yakın zamanda Diyanet İşlerinin talebiyle, İhsan Eliaçık'ın mealini toplatılması ve üstüne imha edilmesine karar verildi. Sonradan aldığımız duyumlara göre başka çevirilerin de aynı kararla toplatılacağı ve imha edileceği duyumu aldık. Benim gibi sizin de aklınız almıyor değil mi? Bu her şeyi yasaklamaya kalkan yetkeci kesimin ifade özgürlüğüne dair fikir sahibi olmadıklarını biliyoruz ama her şeyden öte mevcut yasaklarla kendi aleyhlerine davrandıklarının da mı farkında değiller? Benimki de soru. Demek ki farkında değiller işte. İnşallah bu yazı bir şeylerin fark edilmesine vesile olur.

1984 movie

Konuya başlamadan önce şunu söyleyeyim. Söylemezsem çatlarım: ''Düşünce özgürlüğü diye bir şey yoktur.'' Düşünce zaten özgürdür. Bu yüzden düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasının mümkünatı da yok. Dünyada hangi güç zihninizdekilere ket vurabilir ki? Dolayısıyla düşünce özgürlüğü kavramını kullanmak yerine ifade özgürlüğü kavramını kullanmak doğru olandır. Çünkü kısıtlandırılan şey düşünce özgürlüğü değil, ifade özgürlüğüdür.  Konumuza gelecek olursak da:

Siz isteseniz de istemeseniz de her şey ama her şey konuşulabilir. Tartışmak çok doğaldır deyip de bazı konulara gelince “bu tartışılamaz” demek baskıcılığın bariz bir göstergesi değil mi? Bazı konuların tartışmaya açık olmaması, hiçbir konunun tartışmaya açık olmamasıdır. Çünkü herkesin doğruları, kırmızı çizgileri farklıdır. Tartışma konusunu sınırlandırması ciddi bir kaosa yol açar. Çok kalabalığa gitmeye gerek yok. En basitinden bir ailede veya küçük bir arkadaş grubunda dahi herkesin inancında, siyasi görüşünde, zaaflarında, travmalarında, hoşlanmadığı şeylerde farklılıklar vardır. Aynı siyasi görüşe veya dini görüşe sahip olsalar dahi o konularla ilgili belirli noktalarda elbet farklı düşündükleri yerler olacaktır. Dünyadaki hiçbir insanın, bir başkasıyla tamamıyla aynı fikirde olması söz konusu değildir. Öyleyse düşünelim. İnsanların olduğu en küçük gruplardan en büyük gruplara kadar herkesin hassasiyetinin olduğu mevzuları birbirlerine yasakladığını düşünün. Eğer ifade özgürlüğünün kapsamını büyük oranda geniş tutmuyorsanız bu yasakları savunuyorsunuz demektir. Çünkü sizin, ''bunu konuşamazsın'' deme hakkınız varsa elbette karşıdakinin de böyle bir hakkı olacaktır. Bu akıl almaz isteğin nasıl bir kaosa sebebiyet vereceğini hayal edebiliyor musunuz? Peki ifade özgürlüğünün kapsamını geniş tutmayanlar, esasında farkında olmadan kendi bacaklarına sıkmış oldularının farkındalar mı? Neden mi?:

1- Eğer size göre hakikat olan bir şey varsa bu hakikatin açığa çıkmasının tek yolu, size göre yanlış olan fikirlerle birlikte değerlendirilmesidir. Bir düşüncenin açıklanmasını yasaklamakla, onu eleştirme, yanlışlığını ortaya koyma fırsatını da yasaklayarak aslında o düşünceye bir koz vermiş olursunuz. Ancak yanlışların doğrularla birlikte rekabet etmesine izin verirseniz doğrular nihayetinde açığa çıkacaktır.

2- Yasak, ihlallere özendirir. Siz karşınızdakinin kendisini ifade etmesini yasakladıkça kişinin o konuya sıkı sıkıya sarılıp onun savunuculuğunu yapmasının önünü açmış olursunuz. Baskılamak kişide radikalleşme ve öfke patlamalarına yol açar. Normal şartlarda gayet sağlıklı bir şekilde kendilerini ifade edebileceklerken buna müsaade etmediğinizde genelde yıkıcı yollarla veya zarar vererek kendilerini ifade edeceklerdir. Karşıt görüşlere hem normalden daha fazla reklamlarını yapmış olma imkanı vermiş olacaksınız hem de baskılandıkları için toplumun bir kısmı tarafından mazlum konumda onlar olacaklar. Normalde o görüşü savunan kitle daha az sayıda iken sayenizde daha fazla kitleye ulaşmış olacaklar.

3- Zorla dayatılmış bir hakikat, dayatılan kişi için doğru olmaktan uzaklaşır. Zira, kişi durumu içselleştiremeyecek hatta aksine konuya karşı antipatisi artacaktır. Kimsenin görüşünü zorla değiştiremeyeceğinizi kabullenmelisiniz. Eğer savunduğunuz doğruların zihinleri kurcalamasını, birilerine bir şeyleri düşündürtmesini ''gerçekten'' istiyorsanız yapmanız gereken çok basit. Kendinizi en güzel şekilde ifade edip karşı tarafa da aynı imkanı vermelisiniz. Siz hiç baskılandıktan sonra düşüncesini değiştiren bir insan gördünüz mü? ''Aa tamam bu bana yasaklandı o halde bu fikrim yanlış, bundan vazgeçeyim'' mi diyecek? 

4- Baskılanan insanların kendileri gibi davranmaları zorlaşacağı için onları riyakarlığa sürüklemiş olursunuz. 

5- Bugün başkasına koyduğunuz yasak, devran döndüğünde gelir sizi bulur. Özellikle ülkemiz için söyleyebiliriz ki, siyasi gündemimiz sürprizlerle dolu. Bir sabah kalktığımızda tüm sistem değişebilir. O zaman da savunduğunuz görüşlerin yasaklanmasını şu anda da savunduğunuz gibi ısrar ve sebatla savunabilecek misiniz? Elbette böyle olmayacak. Bu da aslında görüşlerinizin çıkara ve baskıya dayalı olup samimi olmadığını gözler önüne seriyor.

Önemle belirtmek istiyorum ki düşüncelerin ifade edilmesine saygı göstermek veya müsaade etmek, onları kollamak ve o görüşü benimsemek demek değildir. Düşünceleri ifadenin önünü açmak; onları açıklığa kavuşturmayı, eleştirmeyi, ayıklamayı, çözümlemeyi kolaylaştırıcı bir alan açmaktır.

Düşünceleri cezalandırmanın en kötü yolu, onları suç saymaktır. Suç suçtur ve biz ona hangi sonucu bağlarsak bağlayalım bir düşünce suç değildir. Irkçı, cinsiyetçi, sadist vb. düşünceler en az dini inanışlar, cemaat ideolojileri kadar ifade özgürlüğünden faydalanmalıdır.” 

Bu arada ilgilisi için Kur'an'da ifade özgürlüğüne atıf yapan ayetleri de eklemek istiyorum:

''Eğer Rabbi isteseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Ne yani, şimdi sen mümin oluncaya kadar insanları zorlayacak mısın?'' (Yunus 99)

“Dinde zorlama yoktur.”(Bakara 256)

“Sen ancak bir hatırlatıcısın, dayatan bir zorba değilsin.”(Ğaşiye 21-22)

“Vekil olarak Allah yeter.”(Nisa 81)

Düşüncelerin ifade edilmesi konusunda Musa peygamberin ve sihirbazların diyalogları da dikkate alınmalı. Hatırlayalım; Musa, sihirbazlarla karşı karşıya geldiğinde onların sahtekarlar olduğunu biliyordu. Hatta onlar, yalanlarıyla Allah'a iftira eden kimselerdi(Bkz:Taha 61). Buna rağmen Musa, onların argümanlarını sunmalarına müsaade etti hatta söz hakkını ilk onlara verdi: 

“Sihirbazlar dediler: Ey Musa! Ya sen at, yahut ilk atan biz olalım?” 

“Musa dedi: Hayır, siz atın.”

Taha 65-66

Hakaretin neden suç olmaması gerektiğiyle ilgili konuya da başka bir yazıda değineceğim inşallah.


25 Şubat 2023 Cumartesi

Şeytan İnsana Neleri Fısıldar? Obsesyonlar, Duygular ve Peygamberler

Önce şunu kabul edelim. Vesveselerle gerçekten mücadele edebilmemiz için öncelikle insanın kendisini tanıması ve sınırlarını bilmesi gerekir. Şu soruların cevapları üzerine düşünmeden ve doğru kaynaklardan araştırmadan vesveselerle baş etmek pek mümkün değildir: İnsan hangi düşüncelerini engelleyebilir, hangilerini engelleyemez? Duygularını ne ölçüde kontrol altına alabilir? İnsanın, zihnini tamamen kontrol etmesi mümkün müdür? Allah bizi düşüncelerimizden sorumlu tutar mı?

Yukarıdaki soruların cevabını şeytanın bize neler fısıldadığı örnekleriyle düşünmeye çalışalım. Soruların cevaplarını, hepimizin başına gelen şeylerle örneklendirmeye çalışacağım. Şeytan bizi nasıl yanıltabilir?

1. Düşünmeyi korku aracı kılarak...

İnsan ani gelen düşüncelerini engelleyemez. Bu yüzden aklımıza gelen otomatik düşüncelerden de sorumlu değiliz. İçimizden en olmadık şeyleri, en ahlaksız şeyleri geçirebiliriz. Birden aklımıza düşebilir. Burada önemli olan ona kötü niyet karıştırmamak, onu sürekli tasarlamamak ve eyleme geçirme planları yapmamaktır. Birine kıskançlık beslediğimizde ya da cinsel bir dürtü geldiğinde telaşa kapılmak yerine insanın fıtratında olan bu dürtüleri kabul etmek ve onlarla nasıl baş edebileceğimiz üzerine yoğunlaşmak gerekir. Bu duygu ve dürtüler oldukça doğaldır ve Allah, onları kontrol altına alacak iradeyi bizlere ilham etmiştir.

Yusuf kıssasını hatırlayalım. Yusuf, evli bir kadını arzuluyordu ve ”arzulamamalıyım” diye telaşa kapılmıyordu. Yapacak bir şey yok yani, ısrarla Yusuf'un üstüne yürüyerek gelen güzel bir kadını doğal olarak o an arzulamıştı. Ama Yusuf ne yapmıştı? Rabbine sığınmış ve Rahman ona meyletmesini yani cinsel dürtüsünün fiile geçmesini engellemişti. İşte, insanın kendini tanıması, bu gibi şeylerin başına gelebileceğini bilmesi onu nefsiyle mücadelesinde daha emin kılıyor. Kendimize şunu söylemeliyiz: Ben bir gün birini arzulayabilirim, bu çok doğal bir şey ve benim engelleyeceğim bir şey değil fakat bunun sınırını koruma iradesine sahibim ve Allah'ın yardımıyla Allah'ın sınırlarını aşmamak benim elimde. Elimizde olmayan şeylere enerjimizi tüketmek ve kendimizi hırpalamak yerine elimizde olan şeyler için maximum verimde hareket etmeliyiz. 

Yine başka bir örnekte olduğu gibi Allah hiçbir ayette bize, ''öfkelenmeyin'' demiyor. ''Öfkenizi yutun'' diyor. Yani öfkenizin sizi ele geçirmesine izin vermeyin diyor. Eğer öfkeyi toptan bir şekilde ortadan kaldırmaya cüret edersek hakkımızı veya bir başkasının hakkını savunurken yeterli motivasyona sahip olmadığımızı görebiliriz. Her duygunun bize kattığı olumlu yönleri elbet var. Mühim olan onları doğru bir yere kanalize edip faydalı kısımlarından faydalanabilme bilincine sahip olmamız. Evet, duyguları kontrol altına almak gerçekten zor, bunun için birçok fedakarlık yapmamız gerekebilir, bir şeylerden vazgeçmemiz gerekebilir. Hayvandan bir farkımız olabilmesi için bi zahmet bunları yapalım :) Yoksa irademiz nerede devreye girecek ki? Herkes duygularını kontrol etmeden hareket ederse dünya aniden bir cehenneme dönüşebilir. Hatta bu konuya benzer bir film vardı: The Purge. Filmde Amerika'da bir gün tüm suçları işlemek serbest oluyor. Düşünebiliyor musunuz? Ki filmde yansıtılanlar iyimser bakış açısıyla aktarılmış bence. İnsanın aklına daha neler geliyor...

The Purge movie

Özetle, duygularımızı ancak akışına bırakarak kontrol altına alabiliriz. Üzülmemiz gerekiyorsa üzüleceğiz, öfkelenmemiz gerekiyorsa öfkeleneceğiz. Bunlar bizi zayıf birer kimse yapmaz. Yakup peygamberden, Musa peygamberden ve diğer peygamberlerden daha mı güçlüyüz ki bunları zayıflık olarak görüyoruz? Peygamberlerin hepsinin belirli duygularla imtihan edildiğini görüyoruz. 

Bunun yanında dini olarak da bir şeyleri elbette sorgulayabiliriz. Hatta sorguladıkça ayetlerin hikmetini daha iyi görebiliyoruz. Allah bize demiyor mu, ''Kur'an'ı düşüne düşüne oku''(Müzemmil 4) oku diye. Belki de en temel ahlaki şeylerin bile üzerinde düşünme ihtiyacı duyabiliriz. Mesela zina neden haramdır, domuz etini yemek neden yasaklanmıştır, neden namazın belirli vakitlerde kılınması emredilmiştir... Aklınıza daha bir sürü soru geliyor olabilir. ''Allah dediyse benim için bitmiştir, hiç düşünmem bile'' diyenleriniz elbet olacaktır. Bizim için de Allah dediyse bitmiştir tabii ki ama tefekkür, bilinç, ilim sahipleri gibi kavramlarını ne ile dolduracaksınız? Asıl teslim olmak, Allah'ın sistemini anlamaya çalışma gayretinde olmaktır. Çünkü böyle biri, Allah'ın sistemini anlamaya çalışarak emir ve yasakları titizlikle öğrenip içselleştirerek onu en iyi şekilde anlayıp yaşatmaya ve aktarmaya çalışacaktır. Bir insanın, Allah'ın sistemini sorgulayarak anlama çabasında olmasının, kafasını buna yormasının, enerjisini buna harcamasının neresi kötü olabilir? Öte yandan, aklımıza şüphe düştüğünde ve o şüphenin üzerine gitmedikçe o şüphe bizi bırakacak mı? Aksine, bizi büyük ihtimalle imandan daha da uzaklaştıracak.

Tecrübelerime dayanarak da söylemeliyim ki ne zaman içime bir şüphe düşse ve o şeyi sorgulamaktan korkmayarak üzerine gitsem sonucunda Allah'a çok daha yaklaştığımı görüyorum. Çünkü kafamda oturtamadığım şeyi temiz bir akılla ve samimiyetle sorguladığımda Allah'ın bizler için verdiği hükümlerin hiçbirinin boşuna olmadığını görüyorum. O şeyi daha faziletli bir şekilde uygulamaya çalışıyorum. Ha tabii ki bu, her şeyi anlayacağımız veya en doğru şekilde anlayacağımız anlamına asla gelmez. O an göremiyor olabiliriz, ilmimiz veya kapasitemiz yetmiyor olabilir, imtihanda olabiliriz... İşte orada da Allah'ın bize bunu göstereceğine ve kalbimizi tatmin edeceğine güvenmemiz gerekir. Arayıp bulmak isteyeni Rabbimiz asla ve asla boş çevirmez. 

''Beni çağırdığı vakit çağıranın çağrısına karşılık veririm.''(Bakara 186)

O halde acele etmeden, Allah'a sığınarak bekleyelim:

“İnsanoğlu aceleci bir yaratılışa sahiptir; zamanı gelince size mesajlarımı göstereceğim, acele etmenize hiç gerek yok.” (Enbiya 37)

''De ki: Acele isteyip durduğunuzun bir kısmı belki de arkanıza takılmıştır.''(Neml 27)

Bu konuyu çok sevdiğim Ebu Mansur el Maturidi'nin meşhur sözüyle noktalayalım: ''Düşünmemeyi telkin eden her his şeytandır.''

2. Ümitsizliğe düşürerek...

''Allah’ın rahmetinden yalnızca inkarcılar ümit keser.''(Yusuf 87) 

Ne olursa olsun, bize imkansız gelen şeylerde dahi umudumuzu yitirmemeliyiz. Elbette ümitsiz ve çaresiz hissettiğimiz zamanlar olabilir. Ümitsiz hissetmekle ümitsiz olmak aynı şeyler de değil zaten. Bazen ümitsiz hissetsek bile Allah'tan ümit kesmeyeceğimizi biliriz ama o an öyle hissettiğimizin ve bu hissin geçici olduğu bilincindeyizdir. Keza üzülmek, ağlamak ve yalnız hissetmek de aynı şekilde düşünülebilir. Müslümanlar arasında çok yanlış ve çok yıpratıcı bir anlayış var. Müslüman birinin depresyona girmeyeceği ve üzülüp ağlamaması gerektiği... Tamamen safsata. Yakup peygamber imansız biri miydi de Yusuf'un kaybıyla gözlerine ak düşecek kadar gözyaşına boğuldu? Haşa. Aksine Yakup peygamber insani olarak üzülüp ağlıyor ama bir yandan da Rabbine güveniyordu. Yakup peygamberi de tıpkı şu anda bize yapılan gibi yargılamamışlar mıydı? ''Ağlamak iyi değil, kendini heba ediyorsun yapma''... Ama Yakup peygamber onu bu şekilde anlamadan konuşanlara çok güzel bir cevap vermiyor mu?: ''Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim.''(Yusuf 86)

“Yusuf'u anmaya devam edersen, vallahi sonunda üzüntünden ya hasta olacaksın veya öleceksin.” dediler. Yakub, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben, Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi.(Yusuf 85-86)

Allah aşkına, kendisini yalnız, üzgün, kötü hissettiğini söyleyen birine, ''Allah var neden böyle hissediyorsun'' demeyin. O kişi eğer imanlı biriyse bunu bilmiyor mu sizce? Onun yerine o hissi anladığımızı söyleyip onun kaynağına inip çözüm üreterek ve elbette Allah'ın kendisiyle olduğunu hatırlatarak o kişiye teselli olabiliriz. Müslüman şöyle olma böyle olmaz diye haddimizi aşan söylemlerle aslında çok büyük bir vebale girebileceğimizi unutmayalım. İnsan, insanın yoldaşıdır. 

Elbette sıkışmış hissettiğimiz bu zamanlarda bizi ve tüm evreni yaratmaya gücü olan Allah'ın bizim derdimize derman olacak kudrete de sahip olduğunu içselleştirmemiz gerekir. Bu aşamada iman, insanın yüzde yüz realist olmasına, “Allah’ın izni” istisnasıyla sınır getirerek aklından dahi geçirmediği ihtimallerle bizlere cevap verir. Bunun en bariz örneğini Zekeriya kıssasında görüyoruz. Zekeriya, çocuk yapma kabiliyetinden yoksun olacak kadar yaşlı ve karısı da kısırdı. Yani çocuk yapmaları için “iki imkansızlık” vardı. Bu çok çarpıcı bir detay. Gerçekçi baktığımızda çocuklarının olması ikisi açısından da imkansız. Fakat Zekeriya, “sana ettiğim dualarım hiç karşılıksız kalmadı”(Meryem 4) diye Rabbine yalvarıyor ve Rahman ona bir çocuk bahşediyor. İşte iman, böylesine ümitvar olmamızı sağlıyor ve sonucunda Rabbimiz bizi hiç ummadığımız şekilde mükafatlandırıyor. 

3. İnsanı olduğundan daha iyi konumda göstererek...

Şeytan bize kendi hatalarımızı unutturur ve başkalarının hatalarına odaklanmamızı güzel gösterir. Hatırlayın, İblis de hatasını kabul etmeyip hatasında ısrar ettiği için şeytanlaşmıştı. Ve bu durum zamanla iyi amellerin de kendimizden geldiğine ikna eder bizi, Karunlaştırır. İyiliğin ve güzelliğin Allah’tan geldiğini unutarak kibre sürükleniriz. 

Güzelliğin kaynağı Allah, bizler yalnızca güzelliğin bir parçası ve aracısıyız. 

4. İnsanı olduğundan daha alt konumda göstererek...

Bir işe ehil olabilir, o işi Allah sayesinde güzel yapabiliriz. Ama şeytan vesvese vererek sürekli yetersiz olduğumuzu söyler. Gereksiz mütevaziliğe alıştırır bizi. Müslüman olarak hayatın her alanında örneklik teşkil etmek için işi üstlenmemiz gerekirken, ezilip büzülerek mütevazi olduğumuzu zanneder ve çoğu şeyden geri mahrum bırakırız kendimizi. Halbuki Süleyman ve Yusuf peygamber örnekliğinde tam tersi söz konusudur. 

“Rabbim, bana öyle bir saltanat ver ki benden sonra hiç kimsede olmasın. Şüphesiz sen ihsanı bol olansın.”(38:35) 

Süleyman, işe ehil olduğunu düşündüğü için, Allah’ın rızasını saltanat vesilesiyle daha iyi yapacağına güvendiği için böyle bir dua ediyor. İddialı bir dua fakat içi boş bir iddiadan ibaret değil. Cesurca. Zaten son cümleden anlıyoruz ki ona gelen iyiliğin Allah’tan geldiğini çok iyi biliyor. 

Yusuf peygamber de köleydi, hapishaneden yeni çıkmıştı fakat ona rağmen krala ve tecrübeli siyasilere karşı tavsiyeler verirken, “bu insanlar benden daha ileride, beni dikkate alırlar mı” demeden yönetici olmaya aday olmuştu. Her iki peygamber örnekliğinde görüyoruz ki özgüvenin kaynağı da Allah. Allah yolunda iyi işler yapmada önderlik etmemiz için özgüvenli olmalıyız.

5. Fakirlikle korkutarak...

''Şeytan sizi fakirlikle korkutur, sizi görünür görünmez çirkinliklere sürükler.”(Bakara 268)

Şeytanın fakirlikle korkutmasını maddi anlamının yanında kıskançlıkla bağdaştırabiliriz. Kıskanç insan kendinde olan iyi özelliklerin başkasında olmasını istemez. Sanki başkalarında olduğunda ondan eksilen bir şeyler var hissine kapılır. Aslında şeytan kişiyi fakirlikle korkutur. Zira, kıskanç kişi her bakımdan kendisinin zengin olmasını ister. Bilgisini, malını diğer insanlardan esirger. Kıskançlık aynı zamanda cimriliği de doğurmuş olur. Halbuki Rahman ve Vedud olan Allah'ta hepimize yetecek kadar sevgi, mükafat ve cennetinde hepimizi alacak kadar yeri var. 

6. Sonsuzluk ile...

“Şeytan ona vesvese verip, “Ey Adem, sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir hükümranlık göstereyim mi?”(Taha 120)

Herkesin şeytanı farklıdır, çünkü zaaflarımız farklı. Adem’in de zaafı saltanat veya mülktü ve şeytan onu bununla saptırmaya çalışmıştı. Şeytan Adem'e, “sonsuzluk ağacı” vaat etmişti. Çünkü insan zaafı olan şeyin sanki hiç bitmeyeceğini zanneder. Haz, sonsuzluk ister. Çok sevdiği çocuğuna, eşine, malına, statüsüne sanki hiç kaybetmeyecekmiş gibi bağlanır. İşte şeytan, bu güzel şeylerin sanki sonsuza kadar sürecekmiş hissini aşılar insana, öyle vesvese verir. Böyle düşünen insan da mezara girinceye dek buna aldanır. 

BU VESVESELERLE NASIL BAŞ EDELİM?

1. Allah'a sığınmak.

''Eğer şeytan, seni dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. O, Her Şeyi Duyan'dır, Her Şeyi Bilen'dir.''(41:36)

”De ki: "Rabb'im! Şeytanların etkilemelerinden Sana sığınırım. Tanrım! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım."(23:97-98)

2. İç konuşmalarımızı vahy ile aydınlatmak.

''Andolsun insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.''(Kaf 16)

Nefsimizin bize ne söylediğini en iyi bilen Alim ve Habir olan Yaratıcı, şahdamarından daha yakın olduğunu hatırlatarak bizlere yol gösteriyor. Şahdamarı, akıldan kalbe giden bir yoldur. Allah'ın şahdamarından daha yakın olması O'nun akıl ile kalp arasına müdahale etmesidir. İç konuşmalarımızı, aklımızın kılavuzu olan vahy ile sürdürerek kötü düşünceleri kovabiliriz. 

3. Hakikate karşı hassas ve duyarlı olmak. 

''Takva sahipleri, şeytandan bir dürtü olduğu zaman, düşünüp hemen gerçeği kavrarlar.''(Araf 201)

4. Tevekkül etmek.

''Kuşkusuz, iman etmiş ve Rabb'lerine tevekkül eden kimseler üzerinde, şeytanın bir sultanlığı yoktur.''(Nahl 99)

Yani ''Allah bize yeter'' deyip O'na dayanmak ve sonsuz güvenmek. Kendimizi O'nun ellerine bırakmak... Tevekkül için önce sabretmeli, yani direnmeli, bir şeyler yapmalı, o şeyi kovuşturmak için eylemde bulunmalı ve sonra tevekkül etmeliyiz. 

''Onlar sabredenler ve Rabbine tevekkül edenlerdir.''(Nahl 42)

5. Rahatlamak ve vesvesenin gerginliğini atmak için suyun enerjisine başvurabiliriz.

''Kulumuz Eyyub'u da hatırla! Bir vakit Rabbine, 'Şeytan bana bir bitkinlik ve eziyet verdi' diye yalvarmıştı. Ona, 'Ayağını yere vur. İşte, yıkanacak ve içilecek soğuk bir su' dedik.''(Sad 41-42)


Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.


Kur'an'da Eşcinsellere Ceza Var Mıdır? (NİSA 15 ve 16.Ayetlerin Tefsiri)

Çevirilere baktığımızda birçok farklılık gördüğümüz ayetlerden biri. Kimileri fuhuş yapmak kimileri de eşcinsellik diye çeviriyor bu ayetleri.

Öncelikle yanlış olduğunu düşündüğüm yaygın çeviriyi aktarayım:

‘’Kadınlarınızdan eşcinsellik/sevicilik yapanlara karşı içinizden dört tanık getirin; eğer tanıklık ederlerse o kadınları, ölüm canlarını alıncaya ya da Allah kendileri için bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. Eşcinselliği içinizden iki erkek yaparsa onlara eziyet edin. Bu ikisi tövbe eder, durumlarını düzeltirlerse onlara eziyetten vazgeçin. Allah Tevvâb´dır, tövbeleri çok kabul eder; Rahîm´dir, merhametine sınır yoktur.’’(Nisa 15-16)

Ayetin doğru çevirisini aktararak görüşlerime devam edeyim:

‘’Fuhuş yapan kadınlarınızı, dört şahitle kanıtlandığı takdirde, bu işten vazgeçinceye veya Allah onlara bir yol gösterinceye kadar gözaltında tutun. Böylesi erkek ve kadına yaptıklarının yanlışlığını anlatın. Eğer pişman olup kendilerini düzeltirlerse fazla üzerlerine gitmeyin. Çünkü Allah tövbekarlığı duyar.’’(Nisa 15-16)

Öncelikle 4 kişi şartı olması bu suçun alenileşmesi demektir, tıpkı zina ayetinde olduğu gibi. Bu ayetler eşcinsellik olarak anlaşılsa bile eşcinselleri lanetlemek veya eziyet etmek gerektiği ya da eşcinselleri direkt hapsetmek gerektiği anlamı çıkmayacaktır. En az 4 şahit ile eşcinsellerin cinsel birlikteliklerine açıkça tanık olmaları gerekmektedir ki bu tıpkı zina ayetlerinde olduğu gibi ihtimali zor olan bir hadisedir.

Önemle belirtmek gerekir ki eski müfessirlerin neredeyse hepsi bu ayeti zina olarak algılamışlardır. Önemle belirtmemin sebebi, eskiden ayetlerin nasıl anlaşıldığı veya bu ayete bu yorumu verenlerin sayısının hiç de az olmadığı, görüşlerimi destekler nitelikte olması. 

Misal, Ebu Hanife’nin kanaati eşcinselliğin, zinakarın cezasını gerektirmediği, sadece tazir (kınama vb.) gerektirdiği yönündedir. Bu alimler derler ki:

''Çünkü o (eşcinsellik) günahlardan bir günahtır ki ne Allah ne de Elçisi onun hakkında bir had (ceza) belirlememiştir. Bu konuda bir tazir (kınama) vardır; tıpkı leş, kan, domuz eti yemekte olduğu gibi.''

''Çünkü eşcinsel ilişkiyi mizaç (yaradılış gereği) arzulamaz. Aksine, Yüce Allah, eşcinsellikten hatta hayvanlardan cinsel ilişki bakımından iğrenmeyi (mizacın, yaratılışın) içine yerleştirmiştir. Gel gelelim, eşek ve diğerlerinde olduğu gibi bu konuda had (ceza) yoktur.''

''Çünkü o, ne lügaten ne şer’an ne de örfen zinakar olarak adlandırılmaz; bu yüzden zinakarların cezasına delalet eden nasların (ayetler) konusuna girmezler.''

(İbn Kayyim el-Cevziyye, ed-Dâʾ ve’d-devâʾ, s. 394.)

15 ve 16.ayetin başında ''vellati'' ve ''vellezani'' kelimeleri geçer. Vellezani, hem ‘’bir erkek bir kadın’’ için hem de ‘’bir erkek bir erkek’’ için kullanılan bir kelimedir. Anlam akışı içerisinde ise bunun zina olduğu anlaşılıyor, zira bağlamın da bu şekilde aktığını görüyoruz. 

Gelenek her ne kadar bu ayeti zina olarak anlıyorsa da nesh olduğu düşüncesiyle bu argümanlarını ileri sürüyorlar. Fakat bilinenin aksine bu ayetin zina anlamına gelmesi için nesh edilmesi şart değildir. Kaldı ki ayette zinanın bir çeşidi olarak fuhuştan bahsedilmektedir ve zina cezası olan genel hükmün yanında bir de bu işin ticarete dökülerek yapılması halinde özel bir hüküm düzenlenmiştir. Yani zina, genel bir hüküm ise, fuhuş da özel bir hükümdür. Kur'an'da buna benzer genel hüküm-özel hüküm ayrımları görmekteyiz. Allah, bazı ayetlerde bütünsel olarak bahsettiği bir şeyi, başka ayetlerde daha da özelleştirip istisnalarını veya benzerlerini ifade edebiliyor. 

Bu ayetleri eşcinsellik diye çevirenlerin çoğunun temel argümanı ise Kur’an’da neshi kabul etmiyor olmalarıdır. Nur 2. Ayet ile bu ayet arasında çelişki gördükleri için Nisa 15 ve 16 zina olamayacağına göre olsa olsa eşcinsellik olacaktır mantığıyla hareket ettikleri görülür. Fakat tekrardan vurgulamakta fayda var: Zinadaki celde ayetiyle bu ayet hiçbir açıdan çelişmiyor. 

Bunun yanında ‘’vellezani’’yi de iki erkek şeklinde anlıyor ve çeviriyorlar. Eğer iki erkek olsaydı burada bilinen bir şeyden bahsedilmesi gerekirdi. Bağlam zaten belli ve bu bağlamda devam ettiği için zamir kullanılarak ‘’o ikisi’’ deniyor, doğrudan ‘’o iki erkek’’ demiyor. Ayetin devamında da emirlerin yer aldığını görüyoruz. Bir erkek bir kadın fuhuş yaptığında onu kınayın diyor ki Zemahşeri gibi birçok müfessir, ‘’eza etmek’’ için bir kişiye yaptığının kötü olduğunu söylemesinin bile yeteceğini ifade etmişlerdir.

''Ezâ kelimesi Kur’an’da bu maddî anlamları yanında mânevî ve ruhî sıkıntı, acı, üzüntü, incinme veya bunlara sebep olan etkenleri ifade edecek şekilde de kullanılmıştır. Âl-i İmrân sûresinde (3/111) Ehl-i kitabın müslümanlara ezâdan başka bir zarar veremeyecekleri belirtilmektedir. Müfessirler buradaki ezâya yalan, tahrif, iftira, kınama gibi sözle sataşma anlamı vermişlerdir.'' (Zemahşerî, I, 210; Şevkânî, I, 413). 

Şimdi de ayetteki suça karşı verilen cezayı değerlendirelim: 

Ayetleri gey ve lezbiyenler olarak anladığımızda lezbiyenlere ölüm onlara gelinceye kadar gözaltında durmaları söylenirken geylere ise sadece eza etmek yani kınamak ve tevbe ettiklerinde de onları salık vermek gibi bir hüküm açığa çıkar ki bu hükümlerin akli hiçbir izahı yoktur. Allah geylere açıkça tövbe imkanı verdiğini söylerken, lezbiyenlere ise açıkça böyle bir imkan vermemesi; lezbiyenleri ölünceye kadar gözaltında tutup geylere yukarıda izah ettiğimiz gibi, birine karşı yaptığının yanlış olduğunu söylenmesinin bile yetebileceği gibi basit bir hüküm kurulması, merhametli ve adaletli olan Allah tasavvuruyla bağdaşmıyor. Kaldı ki geyler de lezbiyenler de eşcinsellerdir, ikisi arasında nasıl bir fark vardır? Birinin yaptığı daha mı günahtır ki daha ağır bir cezayla karşı karşıyadır? Zina ayetlerinde kadın ve erkeğe ayrı ceza var mıdır da bu ayette gey ve lezbiyenlere, aralarında oldukça mühim farklar olacak kadar bir ayrım yapılmaktadır? Zina ayetinde de erkeğe de kadına aynı cezanın tahsis edildiğini görmekteyiz. Zina zinadır ve yapan kişinin cinsiyeti hiçbir surette günahın oranını değiştirmez.

Bu ayeti eşcinsellik diye çevirenlerin, gerek Kur’an ışığında gerekse de akli manada hangi delillendirmeler yaptıkları sorulmalı ve sorgulanmalıdır. Ayeti fuhuş yapanlar olarak anladığımızda toplumsal bir sorun olan bu suça karşılık verilen cezanın gayet yerinde olduğunu görürüz. Fahişelerin gözaltında tutulması aynı zamanda fahişeleri ve toplumu ıslah etmek için verilmiş bir cezadır. Fahişeler aynı zamanda kötü niyetli erkeklere karşı koruma altına alınmaktadır. Hayatın olağan akışında herkes tarafından gayet bilinir ki eski hayatları fahişeleri bırakmaz ve güvende değillerdir. Hem bu ticareti sürdürüp bundan para kazananlar hem de cinsel birliktelik yaşamak isteyenler tarafından sürekli rahatsız edilirler. Fahişelerin bu işten sıyrılmaları için kendilerini bir süre sosyal hayattan soyutlaması gerekir. 

Allah’ın bir yol açmasından ise Allah’ın, insanlara tevbe etmeye bir ortam hazırlaması, tevbe psikolojisine girmeleri için Allah’ın bir zaman tanıması ve ortamın elverişli hale gelmesi için bir süre tanımasıdır. Tabiri caizse fahişeler, ‘’su duruluncaya kadar’’ güvenilir bir yerde gözaltında kalacaklardır. Ve ayet sadece fuhuş yapan kadınlara değil aynı zamanda bu işi yapan erkeğe de ceza vererek, yapılan kötü bir davranışın faturasını sadece tek tarafa kesmemektedir. Keza bir suçta iki fail varsa yalnızca tek bir faile ceza verilmesi adil değildir. Fuhuş ticareti hem kadın hem erkek arasında yapıldığı için her ikisine de ceza verildiğini 16.ayetten görmekteyiz.

Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.


23 Şubat 2023 Perşembe

Hayat; Çiçek, Kuru Kafa ve Kum Saatinden İbaret

 

         Philippe de Champaigne, Vanitas 1671                     Simon Renard de Saint-Andre, Vanitas, 1662

Yukarıdaki resimlere ''vanitas resim'' deniyordu. Hıristiyanların 16.yy.da ortaya çıkardığı bir resim türü vanitas. Vanitas kelimesi, ''boş, beyhude'' manasına gelmekte. Bu vanitaslar, insanların daha çok görecekleri oturma odaları, yatak odaları, çalışma yerleri gibi alanlara asılmaktaydı. Böylece insanlar, ölümü ve dünyadaki tüm güzelliklerin geçici olduğunu bu tablolarla anımsayabileceklerdi. Vanitaslarda genelde kuru kafa ve kuru kafanın yanında kitap, kılıç, kum saati, zar, müzik aletleri gibi eşyalar yer alıyordu. Çiçekler, zarlar, müzik aletleri, şarap gibi içecekler, meyveler hayatın gelip geçiciliğini temsil ederken; yukarıda soldaki vanitas örneğinde olduğu gibi kuru kafa ölümü, kum saati boşa geçen zamanı ve çiçek de hayatın geçici güzelliğini sembolize etmektedir. O dönemde yaşayan insanlar, geçip giden bu beyhude zamanda kalp kırıklarına, gereksiz yere öfkelenmelere, kibre ve kıskançlığa yer olmadığını bu tablolara bakarak hatırlıyorlar ve ölüm bilincini hakiki manada içselleştirmeye gayret ediyorlardı.

''Ne yapacaksan, bugün yap. Çünkü ölüm, bütün ciddiyetiyle her şeyden çok harekete geçirir insanı. Hiçbir şey onun kadar teşvik etmez uyanıklığı. Ölüm, keyfine düşkünlere, “haydi yiyelim içelim, yarın ölebiliriz çünkü” dedirtir. Ama hayata karşı kaçamak bir şehvettir bu; kişinin yaşamak için yiyip içmek yerine, yiyip içmek için yaşadığı aşağılık bir düzendir. Ciddi insan ise hayatta doğru hızı ve o hızla yürüyeceği doğru istikameti verir. Okun hızını ayarlamak için gerilen hiçbir yay kirişi, ciddiyetle ve gereğince gerilmiş bir ölüm düşüncesinin canlıya verdiği hızla boy ölçüşemez.'' (Kierkegaard)

Erdemli olma gayretindeki insan, kendisine ölümü hatırlatacak şeylere muhakkak ihtiyaç duyacaktır. Zira bizim için ölüm ne ifade ediyorsa, yaşamımız da ona göre şekillenir. Her şeyde olduğu gibi ölüm de nasıl baktığımızla alakalıdır çünkü. Aslında her şey, ölüme nasıl baktığımızla alakalıdır. Kimi salt terk etmek olarak gördüğü ölümden, öcü görmüş gibi kaçmayı seçerek hayata sıkı sıkıya bağlanıp istediğini alamayınca yerle yeksan olacak, kimisi de kavuşma olarak gördüğü ölüm için hayatını kavuşma gününe hazırlığıyla harcayacak. Birbirine zıt görünen bu iki kavramı buluşturabilen, nihayetinde dünyanın en mutlu ve en şanslı insanı olacak. 

Fakat dünyanın en mutlu ve en şanslı insanı olmak elbette çok da kolay değil. 21.yy filozoflarından Polat Alemdar, Aforizmalarında, ''Ölüm, ölüm dediğin nedir ki gülüm ben yaşamayı göze almışım'' derken aslında en zor şey olarak bilinen ölüme meydan okumanın tek yolunu yaşamak olarak tanımlamıştır. Gerçekten de esaslı bir şekilde yaşayan insan, en zoru başarmış biri olarak en erdemli insan değil midir?

''Bu sonsuza dek varan evrenden

İki tür insan çıkar ancak sevinen

Ya habersizdir gidişinden dünyanın;

Ya haberi vardır hep iyiden, kötüden!''

Ömer Hayyam

Ölüm bilinci aynı zamanda insanın duygularını kontrol altına almada da büyük bir yardımcı görevi görür. Aşırıya kaçan anlık hazlarda ölümü hatırladığımızda o hazzın ne kadar da küçük ne kadar da kısa olduğunu fakat buna rağmen bizi esir aldığını görebilmemizi sağlayacaktır. Veya anlık öfkelendiğimiz insanı, bir gün öleceğini düşünüp onu ölü olarak hayal ettiğimizde, kalbimizde beslediğimiz bu olumsuz duyguya değmeyeceğini görebileceğiz. Zira o çok öfkelendiğimiz kişi ölecek bir gün. Hepimiz toprak olacağız. Tüm derdimizle, kederimizle, mücadelemizle, güzel anılarımızla, sevdiklerimizle toprakta olacağız. 

Hayat çok kısa ve iyi şeyler yapmamız için büyük bir potansiyele sahibiz. Kolay olanı dahi kolaylaştıran bir Rabbimiz var. Daha ne olsun? Öyleyse ne duruyoruz?

''Bir iş bittiğinde öteki işe koyul''(İnşirah 7)

Ha bir de öldüğümde, Ümit Yaşar'ın şu dizelerini hatrınıza getirerek, ölüme bu şekilde baktığımı düşünün ve size söylediğimi hayal edin, ''Ölürsem üzülme, yaşayacağım.'' 

Sonsuz Haz:Tekasür Suresi

Surenin mesajına uygun olarak, Seneca’nın sorduğu şu soruyla başlayalım: ”Niçin doğal ihtiyacından fazla işlenmiş toprağın hasretini çekiyorsun?”

1. ’’Çokluk yarışı, sizi oyaladı.’’

Tekasür, “çoğaltma yarışı, çok gösterme çabası” demektir. Burada kınanan mal, çok para kazanmak, çoğaltmak değil; “çoğaltma tutkusu”dur. Bizi oyalayan ve bu yararsız kısır döngüye dahil eden her şey çoğaltma tutkusunun konusu olabilir. Tekasürü aynı zamanda, Erich Fromm’un “sahip olmak olmak ya da olmak” tabiriyle de açıklığa kavuşturabiliriz. Bu mealen şunu ifade eder; herhangi bir şeye/insana sahip olduğumuzu iddia ediyorsak “olamayız” demektir. Hani ayette diyor ya, “Biz O’na aidiz ve O’na döndürüleceğiz.”(2:156) İşte biz dahil olmak üzere bize bahşedilen her şey Allah’ın lütfu. Hiçbiri olmayabilirdi. Hayatımızda en sevdiğimiz şeyleri düşünelim. Eşimizi, çocuğumuzu, işimizi, dostlarımızı... Onların hiçbiri eskiden hayatımızda yoktu, sonradan dahil oldular hayatımıza. Allah belki diyor ki, ''şu kulumla şu kulum çok iyi anlaşılar ve Beni çok güzel anarlar, onları bir araya getirelim'' Sonra bakıyoruz ki Allah bizimle onları armağan ve destekleyici olarak karşılaştırıyor. Ait olduğumuz her şey ama her şey O’ndan geldiği için, onları kaybettiğimizde üzüntümüzün bizi gevşetmesine izin vermemeliyiz. Zira hiçbiri zaten bize ait değildi. Belki Rabbimiz bizi imtihan etmek için aldı onları bizden belki de biz kendi yaptığımız kötülükler neticesinde kaybettik. Bu nedenle bir gün, dünyamız başımıza yıkılmış gibi olmamak için onların bir gün gidecek olmasına dair sürekli antrenman yapmalıyız. Bu antrenmanı nasıl yapacağımızı da başka bir ayette söylüyor Rabbimiz:

''Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe gerçek iyiliğe erişemezsiniz.''(Ali İmran 92)

İnsan, en çok sevdiği şeyleri verecekken düşünür, içi cız eder, verip vermeme konusunda arada kalır. İşte böylesine bir kararsızlık içerisindeyken o şeyden kopmak, diğer sevdiğimiz şeyleri zamanı geldiğinde vermemiz gerekeceğinde, daha az hayalkırıklığıyla emaneti teslim etmemize vesile olur. Sevdiklerimizden infak etmek, en sevdiklerimizi vermek zorunda olduğumuzda takınacağımız tavrın alıştırmasıdır. O şeylere sahip olmadığımızı, onların geçici olduklarını hatırlamamız için harika bir ibadet ve gerçekten büyük bir erdem. 

Bizi eksilten ne varsa onları terk etmeliyiz. Mülkün Allah’a ait olduğunu daima hatırda tutmalıyız. Artık o sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeylere esir olmuşuzdur çünkü. Bir eşe, bir çocuğa, bir mala sahip olduğumuzu düşünmek bir tekasürdür aslında. Yetkecilik bir tekasürdür. Aşk bir tekasürdür. 

Bayraktar Bayraklı bir başka açıdan bakarak çok güzel bir tekasür örneği veriyor:

“Mal ve nüfusu çoğaltmak için yarışa girerek tüm hayatını ona feda edip o malı yerli yerinde kullanmayı, o nüfusu kaliteli yetiştirmeyi ihmal ettiniz. Çocuk doğurmayı maharet saydınız ama çocukları onurlu bir şekilde yetiştirmeyi ihmal ettiniz.”

Diğer yandan çoklukla oyalanmak, geçmiş nesillerin başarılarını ileri sürüp onları anlatarak, kendisi bir şey yapmadan oyalanmayı ifade eder. Hiçbir şey yapmadan salt tarihle övünmek gibi...

2. “Kabirlere varıncaya dek’’

Mal tutkusu öyle oyaladı ki onları anca mezara girince anladılar. Zaten haz, sonsuzluk ister. Sonu yoktur. İnsan bir kez kendisini kaptırdı mı, eğer kalbinde kendisini tatmin eden Allah sevgisi de yoksa, “dünyanın geçici bir zevk ve eğlenceden’’ ibaret olduğunun ve ölümün de bilincinde değilse git gide tutkularının esiri olur. Gün geçtikçe tutkularına olan köleliği daha da artar ve onu en çok tatmin ettiğini düşündüğü hazzı artık omzunda koskocaman bir yük olmuştur. Haz, katlanarak bu kısır döngüyü büyütür ve nihayetinde koskocaman bir ziyan oluverir. Hani gelenekte şöyle bir anlayış vardır ya: ölü gömüldükten sonra hoca, tabutta yaşayan kişiye öldüğünü söyler, tabuttaki kişi inanamaz kalkmak ister, kalkmaya çalışırken başını tabuta vurur ve o an öldüğünü anlarmış. Hikayeye riayet ettiğimden değil de bu anlatı, aklıma Tekasür Suresindeki 2.ayeti getiriyor. Öyle ki, o zamana kadar sanki sonsuza dek yaşayacakmış gibi malına, eşine, çocuğuna vb sımsıkı tutunup onu bırakmayan kişi ayette dendiği gibi, anca kabre vardığında ve başını tak diye tabuta çarptığında ziyanda olduğunu anlayacak. Nasıl bir ziyan düşünebiliyor musunuz? Oradan dönüş olmayacak. Pişmanlık da af dilemek de fayda sağlamayacak. Artık çok geç...


3. “Hayır, asla bildiğiniz gibi değil; yakında bileceksiniz.”

4. “Yine hayır, bildiğiniz gibi değil; yakında bileceksiniz.”

5. “Hayır, asla bildiğiniz gibi değil, keşke kesin bilgi ile bilseydiniz,”

6. “Mutlaka görürdünüz cehennemi.”

7. “Sonra onu gözlerinizle kesin olarak göreceksiniz.”

Cehennemi mutlaka görecek olma vurgusu çok çarpıcı değil mi? O cehennem bu dünyada da görünür hale gelebilir. Nasıl mı? Tekasür/Sürekli bir döngüde olmak, öyle acı verir ki insana, insan şimdiki dünyada cehennemde hissedebilir kendini. Ama bundan daha da kötüsü cehennemdeki gibi acı çektiğini dahi kavramayacak acizlikte o girdaba kapılmış olabilir. Ruhu haykırıyordur acıyla ama o içinin bu haykırışına dahi sağır olmuştur. Böylece tekasür mağduru kimse, hem dünyasını hem de ahiretini cehenneme çevirir, farkında olsa da olmasa da bu böyledir. Tekasürü bir hortum gibi düşünebiliriz. Tekasüre girmiş kişi sadece kendine zarar vermekle kalmaz, beraberinde başkalarını da çekip alır ve bu kısır döngüye onları da sürükler. İnsanın kendisini bu cehenneme sürüklemesi ve hem kendini hem de beraberindekileri buna tanık etmesi akıl almaz bir zulümdür. Mesela, çocuğu üzerinde egemenlik kuran kişi, çocuğunun hayatını da cehenneme çevirmektedir. Ya da karısı üzerinde otorite kuran bir kocaya rıza gösteren kadın da tekasüre rızasıyla dahil olmuş olur. Tekasür öyledir ki birçok zulmü beraberinde getirerek adeta toplu bir katliama sebebiyet verir.

İnsan, bu hazza üstün geldiği gün, acıya da üstün gelecektir. Hem kişinin kendisine hem de bundan etkilenen diğer insanlara verdiği acıya…

8- “Sonra o gün, nimetten kesinlikle sorguya çekileceksiniz!”

Tekasürün konusu nimettir. “Verilen nimet bizim tekasürümüz mu oldu’’ bunu sorgulamak gerekecektir. Tekasür, o nimeti vereni görmemekten, o nimetin sahibini saymamaktan köken alır desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Bu şekilde baktığımızda yani altta yatan temel soruna şahit olduğumuzda aslında şifaya da şahit olmuş oluruz zira temel sorunlardan biri nankörlüktür. Peki şifa nedir?

Şifa, şükürdür…

Şükretmek nimetten ziyade o nimeti verene minnet duymaktır. Nimetin ardında sahibini görmek ve O’na karşı sorumluluk besleyip büyütmektir içinde. Bu sorumluluk hissinin davranışa dönüşmesidir. Kuru kuruya bir “Elhamdulillah!” değildir yani. O “Elhamdulillah!” kelimesinin hakkını vermektir. “Ben bu nimetin karşılığı Rabbime nasıl vereceğim?” telaşına düşmektir. Tatlı bir telaş tabii, sevgi ve minnetle örülmüş bir telaş…

‘’Bu Rabbimin bir lütfudur. Şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğimi sınıyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de, bilsin ki benim Rabbim Zengindir, Şereflidir.’’(Neml 40)

Ayrıca şükür bir nevi adalettir. Hakkı olana hakkını vermektir. Karşılığını vermektir. Bize verilen nimetlerin karşılığını verecek kadar çabalıyor muyuz? Hakkını veriyor muyuz bu nimetlerin, yoksa bu nimetler tekasürümüz mü olmuş? Bunu sormak gerek sık sık. Bu da içsel adaletimizin bir parçası. 

Son olarak, o yargı gününe de gelince, şüphesiz ki, nimetlerin hakkını ne kadar verdiğimiz tek tek sorulacak. O gün gelip de Allah bizi sorguya çekmeden önce biz, bu dünyada verdiği nimetlerin hakkını verip vermediğimizi sorgulayalım. Tekasürlerimizi sorgulayalım…

Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.


22 Şubat 2023 Çarşamba

Kur'an'da Başörtüsü Emri Var Mıdır? Örtünme Ayetleri

Osman Hamdi Bey-Kur'an Okuyan Kız tablosu

Her ne kadar bu konunun öncelikli bir konu olmadığını, ulu orta konuşmamak gerektiğini düşünenler olsa da bu konunun öncelikli olmasa da önemli olduğunu ve konuşulması gerektiğini düşünüyorum.

Zira Allah, toplumda bir müslüman olarak giysilerimizle nasıl yer almamız gerektiğine dair sınırlar çiziyor ve ona göre davranmamızı emrediyor. Günlük yaşamımızda toplumla iç içe olan bizler Allah’ın razı olacağı sınırlara göre davranma hassasiyeti göstermeliyiz. Kaldı ki insanlar İslamda var olduğunu düşünerek bir şeylerden sakınıyorlar. Bilerek veya bilmeyerek Allah'ın helal kıldığı bir şeyi kendilerine haramlaştırabiliyorlar. Sırf bu yüzden aile kavgaları, toplumsal dışlanmalar, tekfirler, siyasi kavgalar oluyor. En güzel elbise takva elbisesidir ve bu tartışmalar her ihtimalde beyhude orası ayrı elbet ama bu kavgaların asıl kaynağına iniyorlar mı acaba? Belki de tartıştıkları şey aslında yoktur ya da sandıkları gibi değildir. Elbette çoğu kişi Kur'an'ı açıp Allah bu konu hakkında ne diyor demiyor. Ama belki bu yazı vesilesiyle mevzunun kaynağına inme fırsatı yakalamış olabilirsiniz. Tabii ki önyargılarınızı bir kenara bırakarak yazıyı okuyun lütfen. Ya Allah bunu emretmişse? Neden olmasın ki? Bi düşünün...

Gelelim konumuza: 

Kur’an’da tesettürle alakalı 3 ayet var. Evet, o kadar gereksiz kavgaların ve fetvaların döndüğü, üzerine sayfalarca ilmihaller yazılan ve başörtüsünün kutsallaştırıldığı mevzuda koskocaman Kur'an'da sadece 3 ayet var. 

Bunlardan en kritik olanı ise Nur 31.ayet. Ayetin çevirilerine baktığımız zaman çoğu çeviride “hımar” kelimesinin başörtüsü şeklinde çevirdiğini görüyoruz. Oysa bu çevirinin yanlış olduğu kanaatindeyim. Örnek teşkil etmesi adına, Diyanet'in yeni çevirisine bakalım:

''Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zinetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!''(Nur 31)

Hımar, hamr kökünden gelir. Hamr da örtmek manasına gelir. Hımar ise örtü demektir, herhangi bir şeyi örtendir. Masayı örterse bu masa örtüsü olur, yatağı örterse çarşaf olur gibi... Hımarın başörtüsü değil de örtü anlamına geldiği, ayette göğüs yırtmacının kapatılması vurgusundan çok açık olarak anlaşılıyor aslında. Kur'an sözlüğü olarak en sık kullanılan el Kamusül Muhit'te de hımara aynı anlamın verildiğini görebiliriz:

''Khimar, çar ve yaşmak çeşidine denir. Ve bir şeyi örten her nesneye denir.''(Firuzubadi, al-Qamus al-Muhit(d.1414 CE)

Yine, ayetin sonunda, “gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar” ibaresi geçer. Başörtüsü, ayaklar yere vurulduğunda açığa çıkabilecek bir şey değildir. Buradan da emrin, başın örtülmesine yönelik olmadığını anlayabiliriz. 

O ayette geçen başka önemli ve örtünmesinin gerekli olduğu söylenen kelime de “ceyb”. Ceyb de, “göğüs yırtmacı” demektir. Yani spesifik olarak örtünmesi/korunması gereken yer, göğüs bölgesidir. Göğüs belirgin ve dekolte olmayacak şekilde giyinmek... Yani göğüslerin sallanıp belirgin bir şekilde olmamasına özen gösterilmelidir.

Bir diğer önemli kavram: Ziynet. Ziynet kelime anlamı olarak “güzel ve çekici gösteren süs” demektir. Süsten kasıt, geleneğin ifade ettiği gibi halhal vb takılar değildir. Zira ayette “ziynetleri göstermeyin” diyor. Takı zaten göstermek için takılır. Görünmemesi gereken takının herhangi bir anlamı olmaz. Bu anlamdan yola çıkarak ziyneti kadın cinselliğini öne çıkaracak, ayaklar yere vurulduğunda açığa çıkacak şeyler olarak düşünebiliriz. Mesela kalçalar, göğüsler, dikkat çekici bir şekilde dar giyinmek vs. Dar giyinildiğinde yürürken kendiliğinden açığa çıkan organları örtmek gerekecektir. Burada kadının beden yapısı da önemli. Kimileri daha kilolu olduğu için ayakları yere vurulduğunda onların ziynetlerinin açığa çıkma olasılığı daha yüksek olabileceğinden daha dikkatli olmaları gerekebilir. Emir sabit olmak üzere ölçü, kişiden kişiye değişir.

Tesettürle alakalı geçen bir diğer ayet ise Ahzab 59’da geçen cilbab ayeti. Cilbab, ev dışı elbiselerdir. Cilbabı baştan aşağı vücudu örten bir kelime olarak meallendirseler de Araplar, ev dışında giydikleri kıyafetler için cilbab kelimesini kullanmışlardır. Bu kullanımdan hareketle cilbabı genel manada sokak kıyafeti olarak algılayabiliriz. İbni Arabi de cilbaba verdiğimiz bu anlamı aynı şekilde tefsir etmiş:

''İnsanlar cilbab konusunda(anlam yönünden) birbirine oldukça yakın lafızlarla değişik görüşler dile getirdiler. Bütün bu söylemlerin özü, cilbabın bedeni örten bir elbise olduğudur. Ancak onlar bunu çeşitlendirdiler.''(İbni Arabi Tefsirinde Ahzab 59.ayeti Cilbab tanımı)

Eğer cilbab vücudu baştan aşağı örten bir giysi ise Nur 31’de neden ayrıca, “göğüslerinizi de örtün” emri yer alsın ki? İki örtünün de giyilmesi manasız olacağına göre cilbabın bu anlamda kullanılmadığını da anlayabiliriz.

Cilbab dediğimiz bu elbiseleri yaşadığımız ortama göre, örf ve adetimize göre, “Allah’ın sınırlarını aşmamak kaydıyla” bizler belirleyebiliriz. Allah, detaylı olarak açıklamadığı bir şeyde insanları özgür kılmıştır. Yani ölçüyü bizler ayarlayacağız. Toplumun çoğu kesimince dikkat çekilecek kıyafetler olmamalı. Bu demek değildir ki plajda herkes bikini giyiyor, örf ve adet bu, dikkat de çekmeyiz o halde giyebiliriz. Elbette böyle değil. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Nur 31'de örtünmesi/korunulması gereken yerler açıkça söylenmiş, dolayısıyla bu sınırları ihlal ederek örfe göre bir kıyafet seçimi yapmak mümkün değil. Yine Nur 31’de ayetin gerekçesi yer almazken, Ahzab 59’daki cilbab ayetinde Allah, özellikle gerekçe veriyor. Diyor ki, “toplum tarafından incitilmemeniz için” Yani, bu ayete göre kadınların örtünme gerekçisi, incitilmemektir. 

Özetle, Kur’an’da başörtüsünün olmadığını düşünerek; Allah’ın kadınlar için çizdiği tesettür sınırının, göğüs belirgin ve dekolte olmayacak şekilde ve  vücut hatlarının ön plana çıkarılmayacak şekilde bir giyinme şekli olduğunu düşünüyorum.

Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.


Bana Tartını Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim

                                   “Vay haline ölçü ve tartıyı tam yapamayanların.”(Mutaffifin 1, Kur'an) Bu ayeti hep maddi eksiklik ya...